Hz Nuh RA
Hz. NÛH (a.s)
Allah Teâlâ'ya ibadeti terkedip, tapınmak için kendilerine
putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir kavmi tevhid
akidesine döndürmek için gönderilen peygamber. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki
olan Nûh (a.s)'ın, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı
Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın
kıssası, şu surelerde mufassal olarak ele alınmıştır: el-A'raf, Hûd, el-Müminûn,
eş-Şuârâ, el-Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh suresi.
Nûh (a.s), Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra
gönderilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâlâ'ya
şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
"Adem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında
insanların hepsi İslam üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y.,
I, 42).
İbn Abbas (r.a)'ın hadisinde, İslâm üzere on asırdan
bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s) gönderilinceye kadar,
insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması
muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i
kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk
olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden
ilk sapma, Adem (a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden
ortaya çıkmadı. İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet
ediyor ve salih alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman
sonra insanların sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri
onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu
hassasiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve
böylece onların nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu
kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını
dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak
için dikmemiş ve onlara ibadet edip, şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak
bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna
inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece
yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka
ilâhlar edinerek, O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin
vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin
putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir.
Ayrıca onlar, canlı suretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azabına müstahak
olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse
için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet
günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu
başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır.
Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89,
97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı
Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "..."Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr
putlarından asla vazgeçmeyin" dediler" (Nûh, 71/23).
Allah Teâlâ, ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete
erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece
onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.
Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir
delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azabından sakındırmaları için
peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı
sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s) da, kavmine
gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, vurdumduymazlıklarına ve bütün
aşırılıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı
azaba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi
hakkında şöyle buyurmaktadır: "Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce
onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (Nûh, 71/1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı
haketmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için rahmanî bir
el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s), şirki bırakıp, tevhid akidesine
dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı
Kerim'de şöyle zikredilmektedir: "...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan
başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum"
dedi. (el-A'raf, 7/59); "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan
başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azabından
korkuyorum" dedi. (Hûd, 11/25, 26); "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için
O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız"dedi. (el-Mü'minûn, 23/23); "Ey
Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk
edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve
sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince
geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!" (Nûh, 71/2-4).
Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve
şımararak Nûh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli
kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını
peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' * (ileri gelenler) Nûh (a.s)'ın da
karşısına çıkmış, Kureyşin ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e
yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi.
Nûh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; "Kavminin
ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler".
Nûh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık
yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peyşgamberiyim, Rabbimin sözlerini size
bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum.
Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir
vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi" (el-A'raf,
7/61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her
döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma
gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık
gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın
elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: Senin
ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz" (Hûd, 11/27); "Bu, sizin gibi
bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş
olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (el-Mü'minûn,
23/24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik
etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan
Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham
etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana bizim
ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz
de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz" (Hûd, 11/27); Bu
adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin" (el-Müminûn,
23/25); "Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir"
demişlerdi, yolu kesilmişti" (el-Kamer, 54/9).
Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve
topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte,
kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s)'a
inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı
nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s)'a müracaat
etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini
dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s) onlara kesin bir uslûpla
cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile
ortaya koymuştur: "Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir
uyarıcıyım " (eş-Şuara, 26/ 14-15).
Nûh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları
her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını
belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor.
Söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri
(Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle
diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle
alay edeceğiz" (Hûd, 11 /38).
Nûh (a.s), kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara
tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir
peygamber olarak kendisine tabi olmayı telkin ederken, buna karşılık
kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının
yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezalardan korumak
olduğunu bildiriyordu: Kardeşleri Nûh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz
mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının
ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak
alemlerin Rabbine aittir". Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum"
(eş-Şuara, 26/106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona;
"İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler" (eş-Şuara,
26/136). Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve
onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terketmezse kendisini
taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz
taşlanacaklardan olacaksın" dediler" (eş-Şuara, 26/116).
Nûh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona
ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s) onların
bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak
için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti,
kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı:
"Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hud, 11/40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh
(a.s)'a şöyle çıkışıyordu: Ey Nûh! "Bizimle cidden tartıştın; hem de çok
tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir" dediler"
(Hûd 11 /32).
Onlar, Nûh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için,
onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nûh (a.s), belki düşünürler
diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez
daha onlara tebliğ ediyordu: Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu
aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem
de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 11/33-34).
Nûh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı.
Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça
artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül
ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini
anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı.
Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile
getirmektedir: Nûh; Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında
sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi" (eş-Şuara,
26/117-118); Nûh; "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi"
(el-Mü'minûn, 23/26); "Oda; "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine
yalvarmıştı" (el-Kamer, 54/10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun
için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar
için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: Nûh'a; "Senin milletinden
inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme.
Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için
Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafından
vahyolundu" (Hûd, 11 /36-37).
Nûh (a.s), Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya
başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı:
"Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay
ederlerdi. O da; Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde sizinle
alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın
ineceğini göreceksiniz" dedi" (Hûd, 11/36-39).
Taberî, Nûh (a.s)'ın, kavmini İslâm'a davet edişi, gemiyi
yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r.anh)'dan
rivayetle, Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: "Nûh kavminin
arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka davet
etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra
onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını
soruyorlar ve onunla dalga geçerek Şöyle diyorlardı: "Onu yap; karada gemi
yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nûh (a.s) da onlara; "yakında
bileceksiniz"diyordu” (Taberî, Tarihul-Rasul vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve
yine ona; "Nebiliği bırakıp, Marangozluğa mı başladın" diyerek eğleniyorlardı
(a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn
Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un
babasının dedesinin (yani İdris (a.s)) zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli zıra';
yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi. Katlara
ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî,
a.g.e., I, 182).
Nûh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar
kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye
bindirdik" (el-Kamer, 54/13).
Nûh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin
durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten
nasıl vaz geçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu
O'na şikayet edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı
sûrede bu durum şöyle anlatılır: "Nûh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi
gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı.
Doğrusu hen senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda
parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler,
büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra
onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden
bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, "Rabbim! Doğrusu bunlar
bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye
uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular" dedi. İnsanlara; "sakın
tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla
vazgeçmeyin" dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin
sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı
bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve
çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/5-11, 21-24, 26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umumi kıldığı gibi, Nûh (a.s) da
bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde
anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn
İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden
daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla,
dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu
deliden başka biri değildir" diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir
toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta
idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır
(tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.
Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins
canlıdan birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti:
Emrimiz gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve
aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları
gemiye bindir" dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hûd, 11 /40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen
kişi arasında değişen rivayetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189).
Nûh (a.s) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu
da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için
gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s)
oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye
seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün
Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi.
Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (Hûd, 11/42-43).
Nûh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu
bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin
va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun
başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi
olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden
olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir.
Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme"
ayetiyle Nûh (a.s)'a bildirerek, ortaya koymuştur. .
Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ
kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı.
Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya
başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık.
Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre
birleşti" (el-Kamer, 54/11-12).
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri
reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir
topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları
için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.
Allah Teâlâ, inkârcı zalimler helâk olduktan sonra, Tufanı
sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine
durdurtmuştu; "Yere; "Suyunu çek!"göğe; "Ey gök sen de tut!" denildi. Su
çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet Allah'ın
rahmetinden uzak olsun" denildi" (Hûd, 11 /44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s)'e dayandırılan bir rivayetine
göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin
onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s),
şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün,
Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür (bk. Âşûre mad.).
Gemi, su üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın her
tarafını dolaşmıştı. Allah Teâlâ, Tufan esnasında Âdem (a.s) tarafından inşa
edilen Mekke'deki Beytullah'ı yeryüzünden kaldırmıştı (Taberî, a.g.e., I, 185).
İnkar edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular
çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden
inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara
bizden bir selamet ve bereketle gemiden in" (Hûd, 11/48).
Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye
isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn
Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivayete göre de Nûh (a.s) gemide yüz elli gün
kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekkeye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında
dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve
vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde
hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun
diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o
gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (el-Kamer, 54/ 15).
Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve
oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve
Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun soyunu
sürekli kıldık” (es-Saffât, 37/77). Resulullah (s.a.s) bu ayeti okuduğu zaman,
sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî,
a.g.e., I, 192).
Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı,
Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri,
Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul
etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)'ın tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı
kesindir: "Şüphesiz ki biz Nuhu kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında
elli yıl hariç bin yıl kaldı" (el-Ankebut, 29/14). Ancak, Tufandan sonra ne
kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, Nûh
(a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın
bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e., 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu,
"çok şükreden kul (abden şekûra)" olarak isimlendirmiş ve kıyamete kadar gelen
nesiller, anıp selam getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır:
"Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nûh'a selam olsun diye ona iyi bir ün
bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı" (es-Sâffât, 37/81-82).
Ve o, sonraki peygamberler için, takip edilmesi gereken bir
önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı" (es-Sâffât,
37/83).
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve
işkencelere karşı, Nûh (a.s) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler
gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Resulullah (s.a.s)'e bir örnek olarak
gösterilmektedir: "Resullerden azim ve sebat sahibi (ulul-emr) olanların
sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkaf, 46/35).
Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s)'e ve inanan tebliğcilere bir
numune olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helakı da, müslümanlara
zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak
sunulmuştadır.
Ömer TELLİOĞLU